Sen bilmezsin!
Sen ne anlarsın!
Sus konuşma fazla!
Sinirine hakim ol!
Odana çık ve düşün!
Sen kim olduğunu zannediyorsun?
Yaşın kaç ki senin?
Ben senin yaşının kaç katıyım!
Ağlama!
Boş ver!
Takma kafana!
Üzülme!
Takmıyormuş gibi yap!
Ağlama be kızım değmez!
Erkek adam ağlamaz!
Güçlü ol!
Mutlu ol!
Kendine Güven!
Tanıdık geliyor mu bu cümleler? Size de söylüyor muydu anne ya da babanız? Sizler de bu ve benzeri cümleleri sarf ediyor musunuz çocuklarınıza?
Üzülerek şahit oluyorum ki ebeveyn-çocuk ilişkileri söz konusu olduğunda; çoğunlukla anne, baba merkezli, zarar verici boyutta koruyucu, fazlası ile müdahaleci ve hastalık derecesinde kontrolcü bir aile yapısı mevcut yaşamakta olduğumuz toplumda. Bizler de kaçınılmaz bir son ile bu sistemin askerleri gibiyiz çünkü içine doğduğumuz bu yapıya maruz kalmış, bu yapı ile yoğrulmuş, şekillenmiş ve kuvvetlenerek nesilden nesile geçmekte olan bir bayrak yarışının içinde bulmuşuz kendimizi.
Müdahale söz konusu olduğunda öyle bir basamakta duruyoruz ki, kendi doğru ve yanlışlarımıza göre şekil vermeye çalıştığımız çocuklarımızın davranışları bir yana dursun; onların düşüncelerine hatta ve hatta duygularına dahi müdahale ediyoruz. Ne zaman sevineceklerine, ne zaman ve ne kadar üzüleceklerine, neye üzülmeye değeceğine, neyi boş vermeleri, neyi takıp neyi takmamaları gerektiğine kadar biz karar vermek istiyoruz. Onlar, olmak için geldikleri kişiyi olmaya çalışadursun biz hiç durmaksızın ettiğimiz müdahaleler ile onların kendileri ile hizalarını bozmaya devam ediyoruz.
İstediği zaman özgürce ağlayamayan, kendini ifade etmek istediğinde başaramayan, istediği şeye istediği ölçüde değer veremeyen; mutlu olmak için sürekli çabalayan; kendi olamadığı için kendini eksik hisseden, bu eksiklik hissinin yarattığı, eleştirilere hedef olma korkusu ile dış dünyaya karşı zırh örmüş ama diğer taraftan da güçlü durmak pahasına takmıyor gözüken çocuklar inşaaediyoruz. Üstüne üstlük bu hikayenin sonunda da sağlıklı bireyler olmalarını bekliyoruz.
İzin versek çocuklarımız da düşe kalka deneyimleyecekken hayat dediğimiz bu deneyimsel alanı, hata yapmamaları için çocuk yetiştirme işini hayatımızın en öncelikli ‘projesi’ haline getiriyoruz. Belki de, onlardan önce biz hata yaparsak ne olur bunu tartışmak lazım. Mükemmel olması mümkün olmayan bir yapının parçası olan ve bizzat mükemmellikten uzak olan bizler, mükemmel ebeveyn olma ipini göğüslemek ve mükemmel çocuklar yetiştirebilmek adına hiç de mükemmel olmayan adımlar atıyoruz.
Beni yanlış anlamayın. Ben de üç çocuk annesiyim. On sekiz, on altı ve sekiz yaşlarında üç çocuk sahibiyim. Benim de çocuklarım bana en az sizinkilerin size olduğu kadar kıymetli. Ancak anlatmaya çalıştığım şu ki bahsettiklerimin verdiğimiz kıymet ile bir bağlantısı yok. Her ne kadar yaptığımız her şeyi sadece ama sadece onların iyiliği için yapıyor olsak da maalesef kaş yaparken göz çıkartır bir hal alıyoruz.
Her şeyden önce onların bedensel olarak doğdukları bu yatay düzlemde, kendi icadımız olan linear zaman ile ölçülebilen yaşlarına aldanıyoruz. Doğduklarında bırakılsa, bakılmasa, ölecek tek ırk dediğimiz insanoğlunun bedensel, zihinsel ve duygusal evriminde bir ebeveyn olarak varoluşumuzun başladığı ve bittiği yeri bulamıyoruz.
Yaratımın büyüklüğünü göz ardı ederek rahme düştükleri andan itibaren aslen bir kainata gebe olduğumuzdan bihaber, onların tüm deneyiminden kendimizi sorumlu tutar hale geliyoruz. Doğal olarak da bu ilişki başarı destanı yazmak istediğimiz, kolaylıkla takdir ya da eleştiri göreceğimiz bir alana dönüşüyor bizim için. Biz de kusursuz olmak adına çabalayan, çabaladıkça batan ebeveynler haline geliyoruz.
Çocuklarımız ile aramızda var olan bu ulvi ilişkideki en önemli konu ise şu; çocuklarımız, bizi bütünsel olarak bize yansıtan kusursuz aynalardır. Her ne ve ne değillerse bizi bize aynalamak için oradadırlar. Onlar, kendimizde kabul ettiğimiz ve etmediğimiz taraflarımızı, düşüncelerimizdeki kalıpları, hangi duygulara tutunup hangi duyguları reddettiğimizi bize gösteren en pürüzsüz, en saf aynalardır. Belki şaşıracaksınız ama onlara baktığınızda sadece kendinize baktığınızı, onlara söylediklerinizi sadece kendinize söylediğinizi bilmelisiniz. Daha geniş bir açıdan bakmayı seçersek aslında tüm dünya zaten bir ayna ve her şey; madde-mana, canlı-cansız, ölü-diri, genç-yaşlı, yakın-uzak biz kendimizi görelim diye mevcut… Ve biz kendi içimizde tam ve bütün olmadıkça evren; kişiler, olaylar, durumlar üzerinden bizi bize yansıtmaya devam edecek.
Diğer taraftan çocuklarımızın doğduklarında öz bakım becerilerindeki acizlik ne olursa olsun, taşıyıp doğurduğumuz, bakıp büyüttüğümüz yaratımın bu parçasının başlı başına bir kainat olduğunu da bilmeliyiz. Çünkü çocuklarınıza baktığınızda atmak için geldiği adımları, yapmak için geldiği yanlışları olan, seçecekleri ya da seçmeyecekleri ile tüm cevapları kendi bünyesinde barındıran bir kainata bakıyorsunuz.
Bizim anne ya da baba olarak görevimizin kutsallığı tam da burada gizli. Büyüleyici bir kainata kılavuzluk etme hakkı tanınıyor bize ve bundan daha kutsal ne olabilir bilmiyorum? Ancak kılavuzluğun ne olduğunu tartışmalıyız belki de. Çünkü bir kılavuz hiçbir zaman karar verme merkezi olarak görev alamaz. Adı üstünde o bir araçtır, bu durumda kutsal bir araç olsa dahi. Pusulaya bakalım isterseniz, elinizde bir pusula ile yürürseniz göreceksiniz, yolda olan, yürüyen sizsinizdir ve elinizde tuttuğunuz pusula size yol göstermek, yön göstermek için oradadır. Asla bir karar alma merkezi olarak yola müdahil olamaz. Orada yolda olana, yürüyene büyük bir hayranlık, kutsal bir şahitlik gizlidir.
Bizim koruyucu, müdahaleci, kontrolcü yapımız onların yaşamaya geldiği deneyimi zorlaştırmaktan, kafalarını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor, inanın. İçine doğduğumuz tüm düşünce kalıplarını, sadece bize ait olan deneyimi, kendi pişmanlıklarımızı, hırslarımızı, isteklerimizi, arzuladıklarımızı onlara dikte ettiğimizde ortaya çıkan tablo oldukça üzücü oluyor.
Bırakın hata yapsınlar. Ağlasınlar. Üzüntüyü biriktirmemeyi öğrensinler. Her duyguya bir girişin olduğu gibi bir çıkışın da olduğunu tecrübe etsinler. O kadar çok girsin o kadar çok çıksınlar ki aynı duygulara; duygulardan korkmamayı öğrensinler. Bırakın düşsünler, dizleri kanasın tekrar kalkacaklar elbet. Bu yolda düşe kalka yüründüğünü idrak etsinler. Her deneyime heyecanla girsinler, kim olmaya geldiklerini keşfetsinler. İnsan olduklarını ve insan denen yapının mükemmel olamayacağını kabul etsinler. Yolda kalsınlar ve her adımı özgürce atsınlar. Hala kanatlarımızın altında iken bırakın hata yapsınlar. Siz bırakın yeter…
Comments