S.E Bana kendinden bahseder misin? Sence nasıl birisin?
A.A Pozitif biriyimdir.
S.E. Öyle mi?
A.A. Yani pozitif olmaya çalışıyorum diyelim.
S.E. Nasıl gidiyor peki çalışmalar? Pozitif olma konusunda istediğin yere ulaşabildin mi?
A.A. Ulaştım sanki. Kendimi çevremdekilerle kıyasladığımda pozitif biriyim diyebiliyorum. Beni tanıyanlar da hep pozitif biri olduğumu söyler zaten.
S.E. Peki, neden pozitif biri olmaya çalışıyorsun?
A.A. Pozitif biri olmak iyi bir şey olduğu için.
S.E. Ne açıdan iyi?
A.A. Mutlu bir insan olmamı sağlıyor.
S.E. Pozitif bir insan olman, mutlu bir insan olmanı mı sağlıyor?
A.A. Evet tabii, sence de öyle değil mi?
S.E. Peki, nasıl olduğunun bir önemi olmalı mı sence ?
A.A. (Gülüyor. )
S.E. Bakalım doğru anlamış mıyım? Sen pozitif birisin ve pozitif biri olmanın seni mutlu bir insan yaptığına inanıyorsun.
A.A. Çok doğru.
S.E. O halde sana, aynı zamanda mutlu biri de diyebilir miyiz?
A.A. Evet diyebiliriz tabii. Ben her zaman mutlu biriyimdir.
S.E. Her zaman mı?
A.A. Biraz iddialı oldu sanki. Peki, çoğu zaman diyelim. (Gülüyor.)
S.E. Peki bana mutluluğu tanımlayabilir misin?
A.A. Hmmm, benim için mutluluk sahip olmak istediklerine sahip olmak demektir.
S.E. O halde sana; pozitif biri, pozitif biri olduğun için mutlu biri ve mutlu biri olduğun için de sahip olmak istediklerine sahip biri diyebilir miyiz?
A.A. Evet diyebiliriz.
S.E. Diğer bir tarifle kendinden, hayatından, sahip olduklarından, elde ettiklerinden, bulunduğun noktadan, mutlusun diyebilir miyiz?
A.A. Aynen.
S.E. O zaman benden hangi konuda koçluk almak istediğine karar vermekte zorlanacaksın gibi duruyor?
A.A. (Kahkaha atıyor.)
Nerede düştü insanoğlu bu yanılgıya?
Dünyadaki en büyük arayış olsa gerek, mutluluk… Nereye baksam mutlu olmak için çabalayan insanlar görüyorum. Hayat deneyimini doyasıya yaşamak için değil de sadece ama sadece mutlu olmak için yaşıyoruz sanki. Ne ara bu kadar anlam yüklemişiz, neden bir takıntı haline getirmişiz mutlu olmayı hiç düşündünüz mü? Duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi, bu deneyimi algılayış şeklimizi kısıtlayan gizli bir filtre varmış gibi. Deneyimin her türünü, bizi mutlu edenler ve mutsuz edenler olarak ikiye bölmüşüz. ‘İyi ve Kötü’ nün; ‘Doğru ve Yanlış’ın altında yatan bile mutluluğun dinamikleri olabilir mi? Ne dersiniz?
Bir yerlerde hayat dediğimiz bu yaşamsal tecrübenin bütünselliğini, tamlığını kaybetmişiz. Bilincin, süreklilikte var ettiği sonsuz olasılıktaki yaratımını hiçe sayıp, kolları sıvamaya karar vermişiz. “Bu böyle olmamış, formülü biz baştan yazalım.” demişiz. Kesmişiz, biçmişiz; çıkartmışız, eklemişiz ve ortaya çıkan yeni şekle gururla “İşte mutlu hayat böyle olmalı.” demişiz. Sonuç? Felaket…
Her parçanın kendine göre budaması ile ortaya çıkan bu yeni şekillerin hiçbiri bir diğerine uymamış. Her parça farklı bir amaç, farklı bir beklenti güttüğü için farklı bir tanım, farklı bir anlam yaratmış. Ahenksizlik gibi görünen bu muazzam ahengin içinde var olan ahenk de kalmamış.
Dünya üzerinde, kendi ellerimizle cehennemi yaratmış ve an itibariyle de alev alev yanıyoruz desek daha iyi anlatamazdık herhalde dünyanın bugünlerde geldiği noktayı. Bir an için durun! Önce kendinize sonra etrafınıza bir bakın lütfen. Neden mutsuzuz? Evet, evet biliyorum hepiniz mutlusunuz da söyleyin bana gerçekten neden mutsuzuz?
Bana sorarsanız; parçalara ayırdığımız, bir kısmına tutunmak, bir kısmını reddetmek suretiyle haddimiz olmadan yarattığımız, hakikatten uzak bu sanrı hayatlar mutsuzluğumuzun altında yatan tek sebep. Hayatı sonsuz olasılıklar okyanusunda deneyimlediğimiz sürekli bir aksiyon olarak algılamadığımız, ekleyerek çıkararak tamlığını bozduğumuz her an aslında bizim de parçası olduğumuz bu bütünsel olguyu daha da eksik ve kısıtlı bir hale getirmişiz. Tam da burada işte hakikatten kopmuş, rüyaya dalmışız. Bizim zihinlerimizde yarattığımız bu illüzyonu yoktan var ettik sanmışız. Var olanın asla yok olmayacağını, hiçbir şeyin de yoktan var olmayacağını; yarattığımız her şeyin zihnimizin bir ürünü olduğunu unutmuşuz. Sonra da içinde hapsolup neden kendimizi tam ve bütün hissetmediğimizi sorgulamaya başlamışız.
Bu mümkün mü? Yarattığımız ve parçası olduğumuza inandığımız yeni “bütün”, tam ve bütün değilken biz tam ve bütün olabilir miyiz? “Parça” olarak ait olduğumuz “bütün” den ayrı durabilir miyiz?
Ne istiyoruz hiç düşündünüz mü? Bunu yaparken ne amaç güdüyoruz? Nelerden kaçıyoruz? Üzülmekten mi? Ağlamaktan, kırılmaktan, kızmaktan mı? Peki, neden kaçıyoruz? Üzülürsek, mutsuz olursak, öfkelenirsek neler olacağından korkuyoruz? Suni bir eforla ayakta tuttuğumuz pozitif olma çabamızın desteklediği bu kaçış, direniş ve reddediş sizce sonumuzun başlangıcı olabilir mi?
Gelin bu konuya bir de bilimsel açıdan bakalım. Yapısal olarak zihnimiz, yaşamsal bir tehdit algıladığında, beynimiz beta dalgasına geçer. Böyle anlarda beynimiz, en önemli varoluş amacı olan “yaşamımızın sürdürülebilirliğini” sağlamak için, çalışması hayati önem taşımayan tüm sistemleri kapatır. Sempatik sinir sisteminin aktif hale geldiği bu gibi durumlarda beynimizin verdiği üç adet cevap biçimi vardır. Bu cevap biçimi İngilizcede “Fight, Flight & Freeze” olarak bilinen savaş ya da kaç eylemidir çünkü biz hayatta kalmak adına bu tehdide ya saldıracak ya ondan kaçacak ya da donup kalacağızdır. Maalesef aşırı anksiyete ya da stres altında, gerçek ve yaşamsal bir tehdit olmamasına rağmen beynimiz beta dalgasına geçer, sempatik sinir sistemi aktive olur ve kişi bu üç davranış biçimini uygulamak üzere hazır bulunur.
Peki, ya kişinin tehdit olarak algıladığı kişinin kendisi olursa? Ya gelen duyguya direndiğiniz her sefer yaşadığınız anksiyete ile sisteminiz sizi düşman olarak algılıyorsa?
Normal şartlarda ölüm kalım meselesi olarak algılanan durumlarda çalışması gereken bu sistem günümüz insanı için maalesef süreklilikte yaşadığı bir hal bağımlılığı halini almıştır. Gündelik olaylar bazında bile beta beyin dalgasında yaşamak için güdülenmiş günümüz insanı; kendi benliklerinde oluşan bir duygu durum değişikliğini bile kaçmak istediği duygular söz konusu olduğunda bir tehdit olarak algıladığı için bu duruma savaş ya da kaç davranış biçimlerinden birini uygulayacaktır.
Zaten bu sebeptendir ki bugüne kadar gözlemlediğim yüzlerce kişinin yaşamak istemediği duygular ile ya savaştığını ya bu duygulardan kaçtığını ya da donup kaldığını görüyorum. Çünkü baş etme kabiliyetimizin noksan olduğu, kaçtığımız, yaşamamak adına direndiğimiz duygular ile karşı karşıya kaldığımızda zihnimiz duyguyu bir tehdit olarak algılıyor. Kısaca bedende oluşan duyguya yine aynı bedendeki zihin saldırıyor.
İç huzursuzluk dediğimiz, kişinin kendi ile barışıklığını yitirdiği bu deneyimi en güzel şu kelimeler açıklıyor. İÇ SAVAŞ! Kendi kendine koyduğu limitler ile paralel yarattığı nice savaş meydanlarında teslim olmak yerine kişi son çare buna sarılıyor. POZİTİFLİK!
Ne yaşarlarsa yaşasınlar, ne duygu gelirse gelsin pozitif olmaya tutunurlarsa savaşa son vereceklerine inanıyorlar. Bu savaşı bitirmek isteyen komutanın ordusunun bir bölümüne, ordusunun diğer bölümünün saldırması için emir vermesi kadar irrasyonel. Tevekkeli değil dünya birbirini her an öldürebilecek kadar AGRESİF ama POZİTİF insan dolu.
Belki de öncelikle şunu anlatmak lazım. BİR HALDE KALMA ÇABASI, bir halden kaçma çabası gibi konu ne olursa olsun başlı başına varoluşun yapısına ters. Bedenlerinize bir bakın, düşüncelerinize, duygularınıza; algınıza, hayallerinize, planlarınıza, kararlarınıza, dünyaya bir bakın. Somut ya da soyut hiçbir şey sabit değil. Her şey ama her şey süreklilikte hareket halinde. Duygularımız gelir ve geçer. Düşüncelerimiz gelir ve gider. Vücudumuz doğumdan ölüme dek sürekli değişim içindedir, dünya keza öyle. Zihnimiz ile var ettiğimiz her kavram değişir, dönüşür, yükselir, alçalır, artar, eksilir.
Dolayısı ile beden-zihin dediğimiz bu yapıya ait gücün, fersah fersah üzerinde olan, bilince ait bu deneyim durdurulamaz bir süreklilikte iken, herhangi bir halde sabit kalmak hiçbir seviyede (fiziksel, duygusal, düşünsel, ruhsal) mümkün değildir. Bir halde kalmak adına yaratmayı hayal ettiğimiz sabitlik ancak hayatın doğal akışının tersine en az aynı oranda güç uygulamak sureti ile mümkün olacaktır ki en azından böylesine bir güce sahip olmadığınızın umarım hepiniz farkındasınızdır.
Tüm bunları göz ardı ederek, tutunmayı arzu ettiğimiz duygularda yaratmaya çalıştığımız sabitliğin ne kadar irrasyonel ne kadar gerçek dışı ve ne kadar imkansız olduğunu görebiliyor musunuz? İşte tüm bu ÇABA mutsuzluğumuzun sebebi.
Bilincin sonsuz olasılıklar okyanusunda yaşadığı deneyimi kısıtlamakla diğer uçta neyi kısıtladığımızı sorgulamalıyız. Çabaladığımız halde vardığımız noktayı sorgulamalıyız. Belki de en çok kim olduğumuzu sorgulamalıyız…
A.A. Kuvvetli bir seans oldu.
S.E. Bence de.
A.A. Son bir soru!
S.E. Sor.
A.A. Duygularımızda ki bu limitler…
S.E. Evet.
A.A. Tüm bunlardan özgürleştiğimizde geriye ne kalıyor?
S.E. Her şey. Hiçbir şey. Sen…
Comments